Sartre hangi görüşü savunur ?

Ipek

New member
[color=]Sartre’ın Görüşü: Bir Hikaye Üzerinden Anlatmak

Merhaba arkadaşlar! Bugün sizlerle bir felsefi yolculuğa çıkacağız. Ama korkmayın, çok derinlere inmeyeceğiz. 🙂 Size Sartre’ın varoluşçuluk görüşünü, bir hikaye üzerinden anlatmayı planlıyorum. Hem felsefi bir merak uyandırmak, hem de hepimizin hayatla olan ilişkisini sorgulamak istiyorum. Hazırsanız, gelin bir karakterin yaşamına odaklanalım ve Sartre’ın görüşüne nasıl yaklaşabileceğimizi görelim.

Hikayenin kahramanı, Ela adında genç bir kadındı. Her şey sıradan bir gündü; fakat bir şeyler eksikti. Ela, hayatındaki anlamı bulamıyordu. Geriye dönüp baktığında, her şeyin belli bir düzen içinde olduğunu hissediyordu. İyi bir iş, iyi bir ilişki, düzenli bir hayat... Ama bir eksiklik vardı, bir tür boşluk. Hiçbir şey onu tam anlamıyla tatmin etmiyordu. Ne yapacağını bilemiyordu, bir boşluğa doğru çekiliyordu sanki.

Bir gün, bir felsefe kitabı aldı eline. Jean-Paul Sartre’ın "Varlık ve Hiçlik" adlı eserini. Okudukça, bazı cümleler Ela'nın içinde bir şeyleri kıpırdattı. Sartre, insanın kendi varlığını yaratmak zorunda olduğunu söylüyordu. Ona göre, insan doğuştan bir amaçla gelmez; amacını kendisi yaratır. Ela, Sartre’ın bu fikrini ilk duyduğunda, bir şok geçirdi. "Demek ki, kendimden sorumluyum" diye düşündü. Ama bir yandan da korktu. Çünkü bu sorumluluk ona fazlasıyla ağır geliyordu.

[color=]Sartre ve "Varoluş Önce Gelir" Anlayışı

Ela, Sartre’ın felsefesinin özü olan "varoluş önce gelir" ilkesini anlamaya çalışıyordu. Sartre’a göre, insan önce var olur, sonra kendini tanımlar. Yani, insanın kim olduğunu, ne olacağını, hayatının amacını belirleyen bir dış güç, bir Tanrı ya da doğuştan sahip olduğu bir öz yoktur. İnsan, dünyaya gelir ve sonra kendi varlığını şekillendirir. Ela, bu görüşü bir tür korku ve heyecan karışımıyla kabul etti. Çünkü bu, ona hayatı şekillendirme gücünü veriyordu. Ama aynı zamanda hayatındaki tüm sorumlulukları da kendi omuzlarına yüklemek anlamına geliyordu.

Ela’nın yaşadığı bu içsel çatışma, Sartre’ın varoluşçuluğunun merkezine çok yakındı. Sartre’a göre, insan özgürdür. Ancak bu özgürlük, bir yük getirir. Çünkü her seçim, sadece kendi hayatını değil, tüm insanlığı da etkileyebilir. Ela, sabahları işe gitmek, akşamları bir arkadaş grubuyla buluşmak gibi seçimler yapıyordu. Ama bu seçimlerin ne kadar önemli olduğunu, sadece kendi hayatı için değil, tüm insanlık için bir anlam taşıdığını düşündükçe, bir tür sıkışmışlık hissetmeye başladı. "Peki, ya yanlış seçim yaparsam?" diye düşünüyordu. Sartre’a göre, insan her zaman kendi seçimlerinden sorumludur, bu da ona özgürlüğü verirken bir tür yalnızlık ve sorumluluk da yükler.

[color=]Erkekler Çözüm Arayışı İçindedir: Ali’nin Perspektifi

Ela’nın hayatına girmeye başlayan bir başka karakter ise Ali'ydi. Ali, genellikle çözüm odaklı düşünür ve sorunları somut bir şekilde ele alırdı. Ela’nın Sartre’ın görüşlerinden bahsederken, Ali hemen pratik bir çözüm önerisi sundu. "Yani, sen her şeyi kendin belirliyorsun, ama bu seni sıkıntıya mı sokuyor? Bence, yapman gereken şey ne istiyorsan onu yapmak ve bununla barışmak. Sartre’ın dedikleri doğru olabilir, ama bu sadece bir düşünce şekli. Sonuçta, seni mutsuz eden şey ne?" dedi.

Ali'nin çözüm odaklı yaklaşımı, Ela'nın Sartre’ın görüşüyle yüzleşmesinin ardından duyduğu duygusal karmaşayı biraz yatıştırmıştı. Ela, bir şekilde Ali'nin önerisini denemek istedi. "Kendime sorumluluk almak, hayatı şekillendirmek... Ama doğru olanı yapıp yapmadığımı bilmeden nasıl ilerleyeceğim?" diye düşündü. Ali’nin yaklaşımında, duygusal anlamda bir destek ve pratik bir çözüm önerisi vardı. Bu, erkeklerin genellikle daha stratejik ve çözüm odaklı yaklaşımıyla örtüşüyordu. Ali, somut bir adım atmak gerektiğini savunuyordu ve Ela'ya bu adımı atması için cesaret veriyordu.

[color=]Kadınlar ve Empatik Yaklaşım: Ela’nın İçsel Dünyası

Ela, Sartre’ın varoluşçuluğuyla yüzleşirken, bir kadın olarak daha çok içsel duygusal süreçlere odaklanıyordu. Sartre’ın insanı özgür kılma fikri, Ela’nın dünyasında hem bir kurtuluş hem de bir kaygı kaynağı olmuştu. "Yani ben, her şeyimi kendim belirlemek zorundayım. Ama peki ya seçimlerimle çevremi etkilersem? Ya başkalarını üzmekten korkarsam?" diye düşündü. Ela, bir başkasının duygularını anlamak ve bu duygulara empatik bir şekilde yaklaşmak isteyen bir karakterdi.

Kadınların bu tür empatik yaklaşımları, Sartre’ın varoluşçuluğuna daha farklı bir boyut katıyordu. Sartre, her bireyin özgür olduğunu söylese de, Ela gibi kadınlar için bu özgürlük, başkalarının duygusal dünyalarını da hesaba katmayı gerektiriyordu. Ela, hayatındaki her seçimde başkalarının duygularını etkileyebileceğini hissediyor ve bu yüzden her kararının sorumluluğunu ağır bir şekilde hissediyordu.

[color=]Sonuçta Ne Oldu?

Ela, Sartre’ın görüşünü içselleştirip kendi hayatına uyguladıkça, özgürlüğün, bazen sorumluluk ve yalnızlıkla da birlikte geldiğini fark etti. Ancak bu farkındalık, ona güç vermişti. Ali’nin çözüm odaklı yaklaşımından aldığı cesaretle, kendi yolunu çizmeye karar verdi. Sartre’ın "varoluş önce gelir" görüşü ona, hayatının her anını yaratma gücünü verdiği gibi, bu gücün getirdiği sorumluluğu da kabul etmesini sağladı.

Peki sizce, Sartre’ın görüşü gerçek hayatta nasıl uygulanabilir? Kendi seçimlerinizin sorumluluğunu almak sizi nasıl hissettiriyor? Bu konuda düşündüğünüzde, bir stratejik çözüm mü arıyorsunuz yoksa duygusal etkileri mi göz önünde bulunduruyorsunuz? Hadi, bu konuda hep birlikte tartışalım!