Umut
New member
[color=]Yargılamada Kadının Beyanı Esas mıdır? Hukukun Vicdanı ile Gerçeğin Arasında[/color]
Bir dönem adliyede staj yaparken tanık olduğum bir duruşma hâlâ zihnimde tazedir. Cinsel saldırı iddiasına ilişkin davada, sanık inatla suçlamayı reddederken, mağdur kadın titreyen sesiyle yaşadıklarını anlatıyordu. O an anladım ki, “kadının beyanı esastır” cümlesi yalnızca bir hukuki tartışma değil; adaletin kalbinde yankılanan derin bir insani meseledir. O salondaki sessizlik, bir kadının beyanının adalet terazisinde ne kadar ağır ya da hafif geldiğini anlatıyordu. Bu yazıda bu ifadeyi sadece bir slogan değil, hukuk, etik ve toplumsal denge açısından ele alınması gereken çok boyutlu bir konu olarak irdelemek istiyorum.
[color=]Kadının Beyanı: Hukuki Bir İlke mi, Toplumsal Bir Tepki mi?[/color]
“Kadının beyanı esastır” ifadesi, Türkiye’de özellikle cinsel suçlar ve kadına yönelik şiddet davalarında sıkça gündeme gelen bir ilkedir. Ancak çoğu zaman yanlış anlaşılır: Bu ifade “kadının söylediği her şey doğrudur” anlamına gelmez. Esasen bu yaklaşım, kadının beyanının yok sayıldığı, delil toplamanın güç olduğu durumlarda mağdurun ifadesine öncelik verilmesi gerektiğini savunur. Çünkü cinsel suçların büyük kısmı kapalı alanlarda, tanıksız gerçekleşir; dolayısıyla mağdurun anlatımı çoğu zaman tek delildir.
Kadın Hakları Derneği’nin 2022 raporuna göre, cinsel saldırı davalarının %80’inde mağdurun beyanı dışında somut delil bulunmamaktadır. Bu istatistik, beyanın önemini gösterirken, aynı zamanda yargının ne kadar ince bir çizgide yürüdüğünü de ortaya koyar. Hukuk, hem masumu korumak hem de mağduru dinlemek zorundadır. Bu nedenle “kadının beyanı esastır” ilkesi bir dogma değil, delil değerlendirmesinin başlangıç noktası olarak görülmelidir.
[color=]Erkeklerin Stratejik Yaklaşımı ve Kadınların Empatik Direnci[/color]
Toplumsal gözlemlerim, bu konuda erkek ve kadın yaklaşımlarının farklı yönlerde yoğunlaştığını gösteriyor. Erkekler genellikle meseleyi stratejik ve çözüm odaklı bir bakışla ele alıyor: “Yanlış beyanlar olursa, masum insanlar ne olacak?” sorusu sıkça gündeme geliyor. Bu, adalet sistemine duyulan güvenin ve rasyonel bir koruma refleksinin göstergesi. Kadınlar ise daha çok empatik ve ilişkisel bir yerden yaklaşıyor: “Bunca şiddet vakasında neden hâlâ kadınlara inanılmıyor?” diye soruyorlar.
Bu iki yaklaşım birbirini dışlamaz; aksine tamamlar. Kadınların empatik sezgisi, mağdurun yaşadığı travmayı anlamayı sağlar; erkeklerin stratejik düşüncesi ise adil yargılama sürecinin sağlıklı işlemesi için gereklidir. Eleştirel bakıldığında, bu iki bakışın dengelenmesi adaletin özünü güçlendirir. Çünkü ne sadece beyana körü körüne inanmak ne de beyanı kategorik olarak şüpheyle karşılamak adil sonuçlar doğurur.
[color=]Eleştirel Analiz: Beyanın Delil Niteliği ve Hukukun Sınırları[/color]
Hukuken, hiçbir beyan tek başına “mutlak delil” değildir. Türk Ceza Kanunu’na göre her iddia, somut olgularla desteklenmelidir. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), cinsel suçlarda mağdur beyanının tek başına hüküm için yeterli olabileceğini kabul etmiştir, tabii ki beyanın tutarlılığı, detayları ve destekleyici unsurları varsa. Bu karar, mağdurun sesinin tamamen susturulmasının önüne geçmek adına önemli bir adımdır.
Yine de, eleştirel bir noktada durmak gerekir: Beyanın esas alınması, yanlış beyan riskini sıfırlamaz. 2021 yılında Yargıtay’ın incelediği bir davada, iftira niteliğindeki beyan sonucu sanığın 6 ay haksız yere cezaevinde kaldığı tespit edilmiştir. Bu örnek, hukukun vicdanla akıl arasındaki dengesini ne kadar dikkatli kurması gerektiğini gösterir. Çünkü bir masumun haksız yere cezalandırılması da, bir suçlunun cezasız kalması kadar adaletsizdir.
[color=]Toplumsal Güven Sorunu ve Medyanın Etkisi[/color]
Medya, bu tür davalarda yargıdan önce hüküm verme eğilimindedir. Sosyal medyada “kadının beyanı esastır” etiketiyle başlayan kampanyalar, çoğu zaman kamuoyu baskısını artırır. Ancak adaletin duygularla değil, delillerle işlemesi gerekir. Bununla birlikte, toplumda hâlâ kadınların beyanlarının ciddiye alınmadığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Türkiye’de kadınların %60’ı, yaşadığı şiddeti “kimse inanmaz” korkusuyla adli makamlara bildirmemektedir (Kaynak: KSGM, 2023). Bu veri, beyanın esas alınmasının neden hâlâ gerekli olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Yine de bu ilke, kör bir inanış haline geldiğinde yargıya gölge düşürür. O nedenle hem mağdurun korunması hem de sanığın haklarının gözetilmesi gerekir. Adalet, tek tarafın duygularıyla değil, iki tarafın da haklarıyla ilgilidir.
[color=]Dengenin İnceliği: Beyana İnanmak mı, Beyanı Doğrulamak mı?[/color]
Belki de tartışmanın merkezinde şu fark yatıyor: Beyana inanmak başka, beyanı esas almak başka bir şeydir. İnanmak duygusal bir süreçtir; esas almak ise hukuki bir çerçevedir. Yargının görevi inanç değil, doğrulama mekanizmasıdır. Beyan, sürecin başlangıcıdır; ama tek dayanak noktası olmamalıdır. Kadınların sesini duymak elzemdir, fakat bu sesi doğrulamak da adaletin sorumluluğudur.
Bu noktada feminist hukukçuların katkısı önemlidir. Onlar, “kadının beyanı esastır” ifadesini, kadınların tarihsel olarak bastırılmış seslerini görünür kılmak için bir araç olarak savunurlar. Ancak aynı hukukçular, bu ilkenin yanlış uygulanmasının hem kadın hareketine hem adalete zarar verebileceğini de vurgularlar.
[color=]Tartışmanın Güçlü ve Zayıf Yanları[/color]
Bu ilkenin güçlü yönü, kadın mağdurların yargı önünde seslerini duyurabilmesini sağlamasıdır. Toplumda var olan ataerkil baskı, bu ilke sayesinde kısmen dengelenmiştir. Zayıf yönü ise, yanlış beyanların kamuoyunda yarattığı güven erozyonudur. Birkaç istisnai olay, tüm kadınların beyanlarının sorgulanmasına neden olabilir ve bu durum gerçek mağdurların adalet arayışını zedeler.
Dolayısıyla çözüm, “beyana inanmak” ya da “beyanı reddetmek” arasında değil, beyanı adil şekilde değerlendirmek arasındadır. Hukukun amacı, bir tarafı korurken diğerini ezmek değil; gerçeği bulmaktır.
[color=]Düşünmeye Davet: Adalet mi Koruma mı?[/color]
Şu soruyu sormak gerek: Adalet, her zaman koruyucu olmak zorunda mıdır, yoksa bazen sorgulayıcı olmak mı gerekir? Bir kadının beyanı, bir erkeğin savunması, bir toplumun önyargısı arasında adalet nasıl tarafsız kalabilir?
Belki de en doğrusu, “kadının beyanı esastır” ilkesini bir inanç cümlesi değil, bir farkındalık çağrısı olarak görmek. Bu çağrı, hem kadınların adalet sisteminde yer bulabilmesini hem de toplumun delil ve vicdan dengesini yeniden kurabilmesini sağlar.
[color=]Sonuç: Beyanın Değeri, Gerçeğin Ağırlığında Ölçülür[/color]
Yargılamada kadının beyanı, ne mutlak bir gerçek ne de önemsiz bir iddiadır. O, hukukun vicdanla sınandığı noktadır. Kadının beyanını esas almak, onu kutsallaştırmak değil; ciddiye almak demektir. Gerçek adalet, mağdurun sesini duymakla sanığın savunmasını dinlemek arasındaki hassas dengede gizlidir.
Bu nedenle, “kadının beyanı esastır” ilkesi bir tartışmanın değil, bir sorumluluğun ifadesidir: Toplum olarak hem mağduru korumak hem de adaletin terazisini eğmeden tutmak zorundayız.
Bir dönem adliyede staj yaparken tanık olduğum bir duruşma hâlâ zihnimde tazedir. Cinsel saldırı iddiasına ilişkin davada, sanık inatla suçlamayı reddederken, mağdur kadın titreyen sesiyle yaşadıklarını anlatıyordu. O an anladım ki, “kadının beyanı esastır” cümlesi yalnızca bir hukuki tartışma değil; adaletin kalbinde yankılanan derin bir insani meseledir. O salondaki sessizlik, bir kadının beyanının adalet terazisinde ne kadar ağır ya da hafif geldiğini anlatıyordu. Bu yazıda bu ifadeyi sadece bir slogan değil, hukuk, etik ve toplumsal denge açısından ele alınması gereken çok boyutlu bir konu olarak irdelemek istiyorum.
[color=]Kadının Beyanı: Hukuki Bir İlke mi, Toplumsal Bir Tepki mi?[/color]
“Kadının beyanı esastır” ifadesi, Türkiye’de özellikle cinsel suçlar ve kadına yönelik şiddet davalarında sıkça gündeme gelen bir ilkedir. Ancak çoğu zaman yanlış anlaşılır: Bu ifade “kadının söylediği her şey doğrudur” anlamına gelmez. Esasen bu yaklaşım, kadının beyanının yok sayıldığı, delil toplamanın güç olduğu durumlarda mağdurun ifadesine öncelik verilmesi gerektiğini savunur. Çünkü cinsel suçların büyük kısmı kapalı alanlarda, tanıksız gerçekleşir; dolayısıyla mağdurun anlatımı çoğu zaman tek delildir.
Kadın Hakları Derneği’nin 2022 raporuna göre, cinsel saldırı davalarının %80’inde mağdurun beyanı dışında somut delil bulunmamaktadır. Bu istatistik, beyanın önemini gösterirken, aynı zamanda yargının ne kadar ince bir çizgide yürüdüğünü de ortaya koyar. Hukuk, hem masumu korumak hem de mağduru dinlemek zorundadır. Bu nedenle “kadının beyanı esastır” ilkesi bir dogma değil, delil değerlendirmesinin başlangıç noktası olarak görülmelidir.
[color=]Erkeklerin Stratejik Yaklaşımı ve Kadınların Empatik Direnci[/color]
Toplumsal gözlemlerim, bu konuda erkek ve kadın yaklaşımlarının farklı yönlerde yoğunlaştığını gösteriyor. Erkekler genellikle meseleyi stratejik ve çözüm odaklı bir bakışla ele alıyor: “Yanlış beyanlar olursa, masum insanlar ne olacak?” sorusu sıkça gündeme geliyor. Bu, adalet sistemine duyulan güvenin ve rasyonel bir koruma refleksinin göstergesi. Kadınlar ise daha çok empatik ve ilişkisel bir yerden yaklaşıyor: “Bunca şiddet vakasında neden hâlâ kadınlara inanılmıyor?” diye soruyorlar.
Bu iki yaklaşım birbirini dışlamaz; aksine tamamlar. Kadınların empatik sezgisi, mağdurun yaşadığı travmayı anlamayı sağlar; erkeklerin stratejik düşüncesi ise adil yargılama sürecinin sağlıklı işlemesi için gereklidir. Eleştirel bakıldığında, bu iki bakışın dengelenmesi adaletin özünü güçlendirir. Çünkü ne sadece beyana körü körüne inanmak ne de beyanı kategorik olarak şüpheyle karşılamak adil sonuçlar doğurur.
[color=]Eleştirel Analiz: Beyanın Delil Niteliği ve Hukukun Sınırları[/color]
Hukuken, hiçbir beyan tek başına “mutlak delil” değildir. Türk Ceza Kanunu’na göre her iddia, somut olgularla desteklenmelidir. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), cinsel suçlarda mağdur beyanının tek başına hüküm için yeterli olabileceğini kabul etmiştir, tabii ki beyanın tutarlılığı, detayları ve destekleyici unsurları varsa. Bu karar, mağdurun sesinin tamamen susturulmasının önüne geçmek adına önemli bir adımdır.
Yine de, eleştirel bir noktada durmak gerekir: Beyanın esas alınması, yanlış beyan riskini sıfırlamaz. 2021 yılında Yargıtay’ın incelediği bir davada, iftira niteliğindeki beyan sonucu sanığın 6 ay haksız yere cezaevinde kaldığı tespit edilmiştir. Bu örnek, hukukun vicdanla akıl arasındaki dengesini ne kadar dikkatli kurması gerektiğini gösterir. Çünkü bir masumun haksız yere cezalandırılması da, bir suçlunun cezasız kalması kadar adaletsizdir.
[color=]Toplumsal Güven Sorunu ve Medyanın Etkisi[/color]
Medya, bu tür davalarda yargıdan önce hüküm verme eğilimindedir. Sosyal medyada “kadının beyanı esastır” etiketiyle başlayan kampanyalar, çoğu zaman kamuoyu baskısını artırır. Ancak adaletin duygularla değil, delillerle işlemesi gerekir. Bununla birlikte, toplumda hâlâ kadınların beyanlarının ciddiye alınmadığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Türkiye’de kadınların %60’ı, yaşadığı şiddeti “kimse inanmaz” korkusuyla adli makamlara bildirmemektedir (Kaynak: KSGM, 2023). Bu veri, beyanın esas alınmasının neden hâlâ gerekli olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Yine de bu ilke, kör bir inanış haline geldiğinde yargıya gölge düşürür. O nedenle hem mağdurun korunması hem de sanığın haklarının gözetilmesi gerekir. Adalet, tek tarafın duygularıyla değil, iki tarafın da haklarıyla ilgilidir.
[color=]Dengenin İnceliği: Beyana İnanmak mı, Beyanı Doğrulamak mı?[/color]
Belki de tartışmanın merkezinde şu fark yatıyor: Beyana inanmak başka, beyanı esas almak başka bir şeydir. İnanmak duygusal bir süreçtir; esas almak ise hukuki bir çerçevedir. Yargının görevi inanç değil, doğrulama mekanizmasıdır. Beyan, sürecin başlangıcıdır; ama tek dayanak noktası olmamalıdır. Kadınların sesini duymak elzemdir, fakat bu sesi doğrulamak da adaletin sorumluluğudur.
Bu noktada feminist hukukçuların katkısı önemlidir. Onlar, “kadının beyanı esastır” ifadesini, kadınların tarihsel olarak bastırılmış seslerini görünür kılmak için bir araç olarak savunurlar. Ancak aynı hukukçular, bu ilkenin yanlış uygulanmasının hem kadın hareketine hem adalete zarar verebileceğini de vurgularlar.
[color=]Tartışmanın Güçlü ve Zayıf Yanları[/color]
Bu ilkenin güçlü yönü, kadın mağdurların yargı önünde seslerini duyurabilmesini sağlamasıdır. Toplumda var olan ataerkil baskı, bu ilke sayesinde kısmen dengelenmiştir. Zayıf yönü ise, yanlış beyanların kamuoyunda yarattığı güven erozyonudur. Birkaç istisnai olay, tüm kadınların beyanlarının sorgulanmasına neden olabilir ve bu durum gerçek mağdurların adalet arayışını zedeler.
Dolayısıyla çözüm, “beyana inanmak” ya da “beyanı reddetmek” arasında değil, beyanı adil şekilde değerlendirmek arasındadır. Hukukun amacı, bir tarafı korurken diğerini ezmek değil; gerçeği bulmaktır.
[color=]Düşünmeye Davet: Adalet mi Koruma mı?[/color]
Şu soruyu sormak gerek: Adalet, her zaman koruyucu olmak zorunda mıdır, yoksa bazen sorgulayıcı olmak mı gerekir? Bir kadının beyanı, bir erkeğin savunması, bir toplumun önyargısı arasında adalet nasıl tarafsız kalabilir?
Belki de en doğrusu, “kadının beyanı esastır” ilkesini bir inanç cümlesi değil, bir farkındalık çağrısı olarak görmek. Bu çağrı, hem kadınların adalet sisteminde yer bulabilmesini hem de toplumun delil ve vicdan dengesini yeniden kurabilmesini sağlar.
[color=]Sonuç: Beyanın Değeri, Gerçeğin Ağırlığında Ölçülür[/color]
Yargılamada kadının beyanı, ne mutlak bir gerçek ne de önemsiz bir iddiadır. O, hukukun vicdanla sınandığı noktadır. Kadının beyanını esas almak, onu kutsallaştırmak değil; ciddiye almak demektir. Gerçek adalet, mağdurun sesini duymakla sanığın savunmasını dinlemek arasındaki hassas dengede gizlidir.
Bu nedenle, “kadının beyanı esastır” ilkesi bir tartışmanın değil, bir sorumluluğun ifadesidir: Toplum olarak hem mağduru korumak hem de adaletin terazisini eğmeden tutmak zorundayız.